KAMUFLAJIN BÖYLESİ [İdil Tulun]

.
Hayatımızın büyük kısmını; televizyon karşısında, dizilerle geçiriyoruz.
Dizilere göre hareket ediyor, yemek saatlerini dizilere göre ayarlıyor, toplantıları dizilere göre düzenliyoruz. Yayın saatlerinde telefonlarını kapatanlar bile var.

Hepimiz dizi hastası olduk!
Olduk da bir türlü itiraf edemiyoruz. 


İşte bu noktada; izleyici kitlesini, “izleyenler” ve izlediğini gizleyip “Ben dizi mizi izlemem, televizyonu açmam gerekirse yalnız belgesel ve sanat programlarını izlerim.”ciler olarak iki gruba ayırmak gerek. 

Bu ikinci grubun davranışı oldukça tuhaf. "İzle, kimse çakmasın"la başlayan kural kitapçıkları bile var. Nedendir bilinmez. Bir yadsıma, hatta eziklik içindeler sanki… 

Sabah çiçekleri, sabah böcekleri, sabah kelebekleri” gibi gün ışımadan başlayan programları takip için televizyon başına geçip de “Ben televizyon izlemem!demek nasıl iş? 

Aynı numara diziler için de geçerli. İnsanın, “Bize de mi lolo?” diyesi geliyor.
Karizma zedelenmesin diye; ellerindeki kumandayla tetikte bekleyen bu grup mensuplarının, odaya biri girince;
- “Yok yok, zap yapıyordum da gözüm takıldı.”,
- “Devamlı takip etmiyorum da rastlarsam arada bir bakıyorum.”,
- “İzleyecek güzel şey yoktu. Ben de oyalanayım dedim.”
gibi bahaneleri, “İkinci Dünya Savaşı”nın Londra uçaksavarları gibi salvoya hazır. 

Birinci gruptakiler, senaryoları kendi yaşamlarıyla özdeşleştirmiş durumda. Gerçekle hayali birbirine karıştırmış gibiler.
En azından “şüpheleniyorum” desem... 

Nasıl mı?
Ünlü bir dizinin ünlü karakterlerinden “Çakır”ın ölmesi üzerine, gazeteye ölüm ilanı verip ardından helva kavurup dağıtanlar, vahim durumun göstergesi değilse ne?
Dizideki oyuncuyu gerçek hayatta görünce dizideki ismiyle seslenen, dizinin kötü karakterini gördüğünde “Utanmıyor musun evli barklı insanla görüşmeye…” diye haykıranlara ne demeli? 
Ekonomik kriz, yeni bir canlı türünün de ortaya çıkmasını sağladı. Hani en başta “izleyenler”, az önce de “şüpheli”ler demiştim ya, işte onların evrim geçirmiş hâlini söylüyorum. Parasızlıktan eve saplanmış, koltuğun etrafında plankton hayatı yaşayan canlı türüdür bunlar.
“Ne yapsınlar?” diye anket yapacaktım ama daha ben davranmadan onlar çare bulmuşlar.
Eminim siz de onların yanında biraz fazla kalsanız:
- “Haftada altı, yedi dizi izliyorum. Her güne bir tane, şekerim.“
diye gerine gerine konuşurken bulursunuz kendinizi.
Geçen gün televizyonda, “Ben her diziyi izliyorum, Sabah kaçanı akşam, akşam kaçanı gece, gece kaçanı sabaha karşı…” demez mi biri.
Baktım baktım ve karar verdim.
- “Bu krizzede kardeşimiz evrimin en üst halkası olarak tescil edile!..”
Ee, ne de olsa serde hanedandan olup talimat yağdırmak da var. 

Sonuç şu:
Diziler hayatlarımızı yönlendiriyor. Dizi kahramanları gibi giyiniyor, senaristlerin onlara söylettiği saçma sapan kelimelerle konuşup güzel Türkçemizi çorba etmeye uğraşıyoruz. Sanal hayatlara özeniyor, onları benimsiyor, ilişkilerimizde onlar gibi davranıyoruz.
- "Ay Bihter nasıl kıvırdı lafı, gördün mü?"
- "Behlül de iyi cevap verdi ama ..."
diye anlatırken sanki dizi oyuncularından değil de yanı başımızda gerçekleşen bir diyalogdan bahseder gibi oturup kritik yapıyoruz. 

Diziler; sigara, alkol gibi…
Ben değil, psikologlar söylüyor. Gerçekten de bağımlılık yapıp tutsaklarını olumsuz etkiliyor.
Diziden diziye koşan seyircinin, sosyal çevreyle iletişim kurmasına engel oluyor. Aynı ev içindeki bireylerin farklı televizyonlardan izlediği diziler, aile içi kopukluğu körüklüyor.
“Ben dizi mizi izlemem”ciler de farkındalar bunun. O yüzden kamuflaj peşindeler.
Çevremdekilerden biliyorum: Ne kadar kamuflaj yapsalar boş. Çorak araziye çıkınca sırıtıyorlar. Diziler onları da fena vurmuş. Diğerlerinden tek farkları, havaları… 

Aziz dostlar, bugün "Adı Lazım Değil Kanalı"nda yeni bir dizi başlıyor.
Fragmanını gördüm. Kadın öyle zengin öyle zengindi ki...
Adam mı? Onu anlayamadım. Fragmanın başından sonuna kadar sokaklarda koşturup durdu. Atletizm yarışında mıydı ne?

Şimdi de ciddi bir haber...
TRT’de başlayacak diziyi not alın bir yana.
Karda kışda, dağlarda çekiliyor. Adı, Sakarya Fırat... Günümüzün en önemli konusunu, vatan kahramanlarının iç ve dış dünyalarını anlatıyor.
Yapım Osman Sınav'ın...
Kendisi de dahil birkaç yönetmen ve kalabalık bir kadro çalışıyor şu anda.
Kadro dedimse o kelimeyi ağzınızda büyüterek okumanızı dilerim. Çünkü filmlerin gerçek kahramanlarıdır onlar. Çoğu zaman birkaç saatlik uykuyla o zor sahneleri çekerler. Üç gün hiç uyumadan, hayalete dönünceye kadar çalıştıkları da olur. Onlarsız hiçbir iş görülemez ama filmleri izlerken bu olgu akıllara gelmez. Bunlardan bir kısmı iki, üç üniversite bitirmiştir. Yine de elifi görse mertek sanacak kadar cahil oyuncuların kaprisli zavallılıklarına işlerinin onuru gereği tahammül ederler. Neredeyse tüm yaşamlarını setlerde geçirirler de adlarını bile bilmeyiz. Yapımın sonunda ya hızla geçer o adlar ya da haddini bilmez TV kanalları yayınlamayı külfet sayar da o gerçek kahramanların adları, ekrana yansıtılmadan bitirilir filmler.
Kimden mi söz ediyorum? Kimden olacak ki?
Kiminin set işçisi kiminin set çalışanı olarak adlandırdığı uz kişilerdir dediğim.

Tüm bunlardan haberiniz var mıydı?
Bugüne kadar yoksa da oldu artık.
Dilerim her film izleyişinizde bir kezcik de olsa düşünürsünüz onları...






İdil Tulun

TÜRKLER ÇILDIRMIŞ OLMALI [Günay Tulun]



"Türkler Çıldırmış Olmalı"...
Zaman zaman ben de kendime soruyorum. Hele hele son dönemde yaşananları gördükçe bu sorgulama bitmek tükenmek bilmiyor bir türlü... Neyse ki bu kez, bir film gösterisinde çıldırtılacakmışız.

Teknesine atlayıp dünyayı turlamaya kalkan, Türkiye'deki en yüklü cüzdan sahiplerinden ünlü mü ünlü bir iş adamı, Somalili korsanlar tarafından denizden kaldırılır. 


Herkes dağa kaldırılacak değil ya! 
Bir kez de deniz olsun. 

Üstelik bizim iş adamımız kaçırılır da ülkemizden hiç, aslanlar aslanı özel bir ekip ortaya çıkıp bu ünlüyü kurtarmaya koşmaz mı? Koşar tabii...
Koşunca da bu yiğit (!)... 


"Yine de haklarını yemeyeyim, o işe karar vermek de cesaret ister." dedikten sonra bu cümleyi yok sayarak alt satıra yenisini yazayım. Koşunca da bu yiğit ekibin öyküsü olarak, "Türkler Çıldırmış Olmalı" çıkar ortaya... 

Şükrü Avşar yapımcılığı, Avşar Film dağıtımını, Murat Aslan'sa yönetmen ve senaristliği üstlenmiş. Görüntü yönetmeni Eyüp Boz. Müziklerse İskender Paydaş'ın...
Sanat yönetmenleri Caner Gürlek'le Ali Rıza Doğan, kostüm seçici Hale İşsever. Makyajlar Arzu Yurter'den... 


Oyuncu kadrosu: En başa Peker Açıkalın yazıldıktan sonra; Önder Açıkbaş, Durul Bazan, Erdal Tosun, Ruhi Sarı, Erdem Akakçe, Timur Acar, Burhan Öçal, Zeynep Beşerler, Tuba Ünsal, Levent Özdilek, Oya Aydoğan ve Kadir Çöpdemir...

Yapımcı Avşar Film, dört milyon dolarlık bir bütçeyle çıkmış yola.
Ülkemiz için, yükte de pahada da ağır bir harcama bu...
Filmin büyük bir kısmı, Güney Afrika'yla sinemanın bağımsız ülkesi "Hollywood"da çekilmiş.

Türkiye sahneleri için, Bahçeköy'e koskocaman yerli köyü bile kurmuşlar.
Öyle enti püften köy de değil bu... 

Mimaride başarılı özel bir sanat ekibi getirilmiş Kenya'dan. 

Az daha unutuyordum. İnşa edilen yalnız köy değil. 

Bir de korsanların üslendiği şehir var.
Giysi, takı gibi önemli metalar da Afrika'dan kalkıp Türkiye'nin yolunu tutmuş.
Bunların hepsi para tabii...

Afrika cangıllarında, oradan oraya koşuşturan özel ekibin karşısına çıkan hayvanların bir kısmı "Robohayvan" olsa da önemli bir kısmı da kanlı, canlı ve sinirli türden...
Bu sahnelerin çekimi de Hollywood’da gerçekleştirilmiş.
Robohayvanlar; Armageddon, Ghost, Godzilla, Stargate, Star Trek VII, Terminatör III, Titanic gibi ünlü filmlerden bildiğimiz Anatomorphex Firması'ndan sağlanmış.
Bunların hepsi de para...

Film, gösterime çok iddialı giriyor.
Hem Avşar Film hem de yönetmen Murat Aslan, "Bu en iyi filmimiz." yaftasını asmışlar bile... Bu iddiaya uygun olarak ülkemiz dışında da gösterime girecekmiş film. Hem de tam on ülkede, dört yüz elli kopyayla... Ülkemiz dışı dediğim yer Avrupa, gösterime gireceği tarihse 3 Aralık 2009...
Bunların da hepsi para...
Gelin, bir de filme emeği geçen en görünür kahramanların adını alt alta yazıp ilan edelim. "Görünmez kahramanlar da mı var?" demeyin sakın. Nankör olmayalım! Işıkçılar, sesçiler, sanatçılar, kostümcüler, prodüksiyon ve daha birçok insanın oluşturduğu gruplar olmasa hangi yapımcı hangi yönetmen hangi artist ortalarda salınır, "Görün beni görün beni..." diye dolaşabilirdi ki? 


Neyse en görünür yüzlere dönelim tekrar ve birer birer yazalım can verdikleri tiplerin adını...

Peker Açıkalın: Üçkâğıtçı, hanutçu Kuru Kadir
Durul Bazan: Elektronik mühendisi, korsan CD'ci Ercüment
Önder Açıkbaş: Düğün şarkıcısı Kirli Şahin
Erdem Akakçe: Silah dönüştürücüsü üçkâğıtçı Laz Mahmut
Timur Acar: Korkak kumarcı Kadırgalı Sarı Recep
Ruhi Sarı: Dolandırıcı Mahsun Güler
Kadir Çöpdemir: Afrikalı Kabile Şamanı
Levent Özdilek: İş adamı Fahri Bayer
Oya Aydoğan: Fahri Bayer'in eşi Şenay Bayer
Tuğba Ünsal: Fahri ve Şenay Bayer'in kızı Tuğçe Bayer
Erdal Tosun: Korsanların reisi Abdul Hasbi Aden
Burhan Öçal: Albay Mehmet Kara
Zeynep Beşerler: Albay Mehmet Kara'nın kızı Yüzbaşı Asena
Metin Belgin: Emekli bir General 

Şu an saat sabahın "4,09"u...
Film birkaç saat sonra, öğle seanslarından itibaren gösterime girecek.
Dileğim, izleyicinin çok beğenmesi...
Kahkahalarla gülsünler, çekimler onları hoşnut etsin; yapımcıyla yönetmene, yeni filmler için moral depolatacak bir gişe hasılatını kucaklattırıp gelecek filmlere yelken açtırtsınlar... 


Film hakkında benim fikrim ne mi?
Bırakın o da bana kalsın.


Haydi rastgele diyorum.
"Türkler Çıldırmış Olmalı", rastgele rastgele rastgele...






Günay Tulun

HARRY POTTER ve MELEZ PRENS [İdil Tulun]



On yıldır, ergen erişkin herkesi saran Harry Potter furyası, son çekilen
Harry Potter ve Melez Prensle vizyonda!
Son film dediysem tabii ki en son değil. Altıncısı olanMelez Prensten sonra,Ölümcül Yadigârlar romanından yapılacak filmlerle bitecekmiş seri. 

Romanı senaryoya çevirdiğinizde, kitabı okuyarak gelen izleyiciyi tatmin etmek zor olur. Bu nedenle öykü-senaryo ilişkilerinde dengenin hassas tutulması gerekir. Harry Potter serisinde de ister istemez kaçıyor işin ucu… “Melez Prens”den söz ederken bir kez daha konuşacağız bunu…
.
“Potter” filmleri her şeye rağmen çok büyük hayran kitlesi edinmiş. Hatta fenomen olmuş. Tarihe, “Minik hayranları gençliğe uzanırken, onlarla kol kola yürüyen seri.” tanımlamasıyla geçecek. O kadar uzun zamandır sürüp gidiyor ki! Biraz abarttım ama "İlk sinema macerasını onunla yaşayanlar, koca adam oldular.” 


Çocuklar kadar, yetişkinleri de büyüleyip içine çeken bir seri, "Harry Potter". Demek ki büyükler de “Fantasya" özlemi çekebilirmiş zaman zaman...
Bana kalırsa ilk iki film şirin ama çocuksu… Üçüncü ve beşinci filmse en sevdiklerim. 
Romanı okuyanlar, altıncı kitapta yer alan bazı bölümleri filmde göremedikleriyle ilgili şikâyetlerinde haklılar.
O sahnelerin olmaması, olayları yalnız sinema kanalıyla takip edenler için de önemli eksiklik. 

Kitapta yer almayıp filme eklenen bazı sahneler de var. Bu da bazı Potter sevdalılarının beklentilerine ters…
.
Filmin konusuna gelecek olursak... “Seçilmiş Kişi” olarak anılmaya başlanan Harry Potter, yeni yılında da büyücülük sınavlarına çalışmaktadır. Lord Voldemort ve “Ölüm Yiyenler”, Hogwarts’ı olduğu kadar “Muggle Dünyası”nı da korkutmaya başlamıştır. Hogwarts güvenilir olmaktan uzaklaşmaktadır. Bu nedenle Dumbledore, Harry’i savaşa hazırlar. Voldemort’u alt edecek en önemli bilgiyse tek kişide gizlidir: Hogwarts’ın eski Profesörü Horace Slughorn!
.
Anlayacağınız; Draco Malfoy’un da dolap çevirdiğinden kuşkulanan Harry ve arkadaşları, yine birbirinden ilginç olaylara doğru süpürge açıyorlar. 

Harry’in hayatının yanı sıra, gönül ilişkilerinde de kargaşa var.
Entrikalara karşı romantizmin ön plana çıkarılmaya çalıştığı bu bölümde, Harry ve Ginny birbirlerine karşı yakın duygular beslemekte… Ron’la Ginny’in erkek arkadaşı Dean ise onlara engelleme yapmakla meşgul.
Diğer cephedeyse işler, Hermonie, Lavender, Ron ve çikolataları büyülü Romilda’yla birlikte arap saçına dönüyor. 

Dedikoduya, başkalarının hayatını gözlemeye bayılanlara bir de müjdem var: “Sık sık geri dönüşlere yer verilen bu bölümde, Lord Voldemort’un çocukluğuna uzanıp kişisel sırlarını öğreneceksiniz.” 

Beşinci bölümden itibaren yönetimi ele alan İngiliz yönetmen David Yates, Harry Potter hayranları kadar yapımcıları da memnun etmiş olacak ki 2011’de tamamlanacağı söylenen serinin son filmlerinde de var. 

Yazımın başında, “Harry Potter ve Ölümcül Yadigârlar romanından yapılacak filmlerle son bulacak seri.” derken nedenini sona bırakmıştım. Hemen üstte de dediğim gibi yedinci roman film değil filmlere konu olacak. Bir değil tam iki filme… 

Bakalım, sekizinci Potter gerçekten son mu olacak?
Yoksa bir süre geçtikten sonra, bir yolunu bulup "Potter'ın Oğlu", "Potter'ın Kızı", "Potter'ın Amcası", "Potter'ın Teyzesinin Amcazadesi" gibi filmlerle devam mı edecek? Beklersek göreceğiz. 




İdil Tulun


Bilgi Paylaşımı: 
Yazarımız Sayın İdil Tulun'un bu yazısı, 5.10.2009 tarihinde günlük Gerçek gazetesinde de yayınlanacaktır.

BENÇTEKİ AMBİYANSIN TORNALI PERFORMANSI [Günay Tulun]


Bugün ele alacağım konunun bir sanat yayınında ne işi olduğunu sormayın sakın! Yalnız sanatla değil, gündelik hayatımızın her safhasında karşılaştığımız olgulardan ancak bir kısmıdır yazacaklarım. Okuyunca hak verenler olacaktır. 
Vermeyelerinse Türkçe yerine hangi dilde konuştuklarını öğrenmek isterim.

ARA NAĞME 
Bugünkü konumuz bizim basın; hani şu anlı şanlı “yazar, çizer, söyler” takımının gerile gerile boy gösterdiği torna atölyesi… Bu anlı şanlılar takımına karşı; hergün biraz daha artan, çatık kaşlı bir acıma basıyor kalbimi. 

Satılık kalemlerden, Türkler soykırımcıdır deyip pamuklar içinde Nobel alanlardan, zifiri karanlık düşüncelerle yazdıkları kitaplarını şafak vakti sattıranlardan, TV kanallarının anahtarı verilmişçesine kanallar arası allame turları yapan “Zübüktrük”lerden; Türkler “tü kaka” dedikten sonra doçent, profesör ya da başka şeyler olanlardan uzak kalma çabasındayım bugün de…
Türkçeyi katleden basının birkaç ara nağmesinden söz etmek istiyorum. Yazdığım gibi birkaç ara nağme…
.
RAHMETLİNİN PERFORMANSINI NASIL BİLİRDİNİZ
Bizim “Gırgır basın” tutturmuş bir “canlı performans”, tam eblehlere özgü bir tutkuyla; yazıyor, çiziyor, görüntülüyor ve söylüyor.
Performansın Türkçesi “başarım”dır. Eğer bir Allah’ın kulu çıkar da “Efendim, ölüler de iş yapar ve sonuçta başarır ya da başarısız olur” der ve bunu ispatlarsa tüm performans âşıklarına çay ısmarlarım. 

Bırakın Allah rızası için! Arkadan vurmayın Türkçeye!
Hançeri bir vuruşta, çiyan ısırığı gibi iki ayrı yerden saplıyorsunuz. Birincisi, gereksiz bir sözcüğü dilimize konuşlandırıyor. İkincisi, o sözcüğü; anlamadan, bilmeden geniş halk kitlelerinin dilini bozacak şekilde kullanıyorsunuz.
Basınımızın çok saygıdeğer amcaları, teyzeleri, efendiler, beyler! 

Ölünün performansı olmaz. Performans; yaşayanlar, canlılar için kullanılması gereken bir sözcüktür. Canlı performans sözcüğüyse abuklukla iştigal eden cahillerin saçmalamasından başka bir şey değildir.
.
TANITICI TANITIM
Bizim “Gırgır Basın” dedim ya, acaba halkı salak sanan mı deseydim? En doğrusu şu olabilir mi? “Halkı salak gören basın”…
Şimdi bunu yazdım ya, hiç kimse üstüne almayacak ve yediği haltı aynıyla sürdürecek. 

Efendim, mutlaka gözünüze çarpmıştır. Televizyon reklamlarının arasında iki sözcük okunur. Hani, keramet sahiplerinin "reklamdan saymadıkları reklam kuşağının" başlamakta olduğunu belirten o komik yazı. Ekranların üst köşesinde, yapılan işin ne olduğunu belirten, ikisi de aynı anlamda iki sözcük… “Tanıtıcı reklam…” Allah rızası için söyleyin: “Tanıtıcı tanıtım”, “Reklam olan reklam” nasıl bir saçmalıktır? Söyleyin söyleyin! Bu numaranın hepsi, bizler için oluşturulmuş çirkin bir kandırmaca. 

RTÜK reklamları belli zaman dilimlerine göre sınırlandırmış, bu efendiler de topumuzla dalga geçiyorlar. Özellikle çocuk ve genç yaştakilerin dürüst insanlar olmasını etkileyecek bir tutum değil mi bu? Sözlüklerin “Aldatma, oyun, düzen, hile, entrika, al, desise, tuzak” diye yazdığı eylemden başka nedir ki bu?
Haydi RTÜK göreve! Hadi hadi, iki kez göreve… Hem bizler hem de kurumunuzla kafa bulanlar için. Kapatın gitsin, şu tanıtıcı tanıtımları. Yapabilecekmişsiniz gibi yazdım ama...

Aman dikkat! Tanıtımları dedim, kanalı değil.
. .
SİGARAMIN DUMANI YÂRİM BUZLAMA HASTASI
Sigara karşıtı kampanyanın bir ucu da buzlama yöntemi. Televizyonlarımız her sigaralı sahnede sigaranın üzerini buzlama yöntemiyle saklıyor. Dumanın savrulduğu o anda, bir milyonuncu kişi öldürülüyor, on bininci adam deşiliyor ve kanlar oluk oluk… 

Aynı karede; çanta kapmış kaçan biri, çöpten yiyecek alan bir başkası, kendini pazarlayan bir kadın, ona “Seni ancak ben satabilirim.” sopası atmaya çalışan bir kadın taciri, eroin pazarlayan bir adam ve tüm bunları penceresinden izleyen rant peşindeki siyasetçi var. Buzlanansa sigara… 

Bir sorum var: Sigarayı buzlarken haber ve açık oturum programları hakkında önlem aldınız mı? Meclisteki kavgalar için? Spor karşılaşmaları, futbol yorum programları için?.. 

Buzlama yöntemi nefis bir buluş. Kutuplarda altışar aydan tam bir yıl tatil ödülü vermeli bulana.
Hem dünya gerçeklerinden uzaklaşır hem de istediği kadar buz bulur orada…
.
ROTU ÇIKMIŞ ÇÖPÇÜLER
Yazar, çizer, söyler takımı; birkaç aydır yeni bir sözcük daha bulup çıkardı çöplükten: Rotasyon! 

Öyle de güzel söylüyorlar ki! Ağızları dolu dolu oluyor: Rotasyon!
Duyunca sanırsın ki adamlar uzayı keşfetmişler de hakları olduğu için böbürleniyorlar. Yazılınca etkisi daha farklı oluyor. O ambiyansı bulamıyorsunuz ama etkisi daha kalıcı ve belletici oluyor. 

Rotasyon “Döndürme, yer değiştirme” anlamına gelen bir sözcük.
Bençteki sporcuyu oyuna katar ya da oyunda yön değiştirirken rotasyon demenin ne âlemi var. Yanında dünyanın en güzel dili olan öz Türkçemiz ve onun güzel sözcükleri varken.
.
BENÇTEKİ AMBİYANSCILARI GÖRÜNCE
Az önce benç ve ambiyans kelimelerini kullandım. Öyle içten gelerek değil, zorlayarak, tiksinerek. Niyetim onlara dokunmadan önce okura “Bu ne perhiz.” dedirtmek. 

Kardeşler, köydaşlar, vatandaşlar!
Ambiyans “hava” demek, hava!
Benç ise yedek kulübesi… 
Hani maç anlatanların “kenardan” oyuna girdi derken işaretledikleri yer var ya işte o! Benç, bench olarak yazılıyor ve Amerika patentli bir basketbol terimi. Bizdeki kullanıcıları, bilgiç havası bastıklarını sanıyorlar ama gülünç ve zararlı olduklarının farkında bile değiller. Bu tür saçmalıkları futbol, voleybol, su topu gibi oyunlara bulaştırarak dilimize yerleştirmeye çalışanların; bağımsızlığın dilden başladığını kavrayamama ya da anlamak istememe hastalığının sonucudur bu.
.
ENKIRMEN Mİ HINKIRMEN Mİ
Başkaları yapınca "o yapar" deyip geçiyoruz ama Uğur Dündar yaptığında, hem de her gün, her haber saatinde defalarca yaptığında, "Uğur Dündar bunu nasıl yapar?" diyerek üzülüyoruz. Özden Örnek'i yazılır ama Örneki değil, Örneği okunur. Aynen: "Tabak, tabağı"; "başak, başağı"; "çatlak, çatlağı"; "tarak, tarağı" olarak tonlulaştığı gibi... 

Tatı güzel mi deriz, tadı güzel mi; Ahmet'i mi deriz Ahmedi mi; Tokat'ı mı deriz, Tokadı mı?
Uğur Dündar'ı, Türkçenin bozulmasına katkı yapanların arasında görmek üzüyor bizi...
.
Uğur Dündar'dan farklı olarak değerlendirdiğimiz grubun en tipik örneğiyse Mehmet Ali Birand...
Yani önündeki metni doğru dürüst okuyamayan, birkaç satır üstte yazdığım hataların katmerlisini sıkça tekrarlayan, "h (he)" ve "k (ke)" harflerine sürekli olarak "ha", "ka" diyenler grubunun en gözdesi. 
Hatta bence, "CeHaPe, MeHaPe ve KaKaTeCe" isimlerinin de mucidi... 

Bu insanları; toplumun örnek aldığı mevkileri törpülerken görünce, sıkıntı basıyor içimi... Üstelik, "Çok iyi sunuyor, çok beğeniliyor, reytingi çok iyi..." reklamları da yapılınca bu sıkıntı ve acabalarım alabildiğine büyüyor. 
Varın gerisini siz düşünün.
.Yal
Düşünün de şu "enkırmen" denen yabancı sözcüğü de gözünüzde büyütmeyin. Gerçi anlatırken; izleyicinin sözüne güvendiği, deneyimli gibi bir takım eklemelerle büyütmeye çalışıyorlar ama altı da haber sunan adam üstü de...

Ayrıca nasıl bir deneyimmiş o? 
Deneyim hatalardan ders alabilmektir. 
Aynı hatayı tekdüze tekrarlayan birinin deneyimi olsa ne olur, olmasa ne?

Güvene gelince... 
Öz dilinde bile bu tür yanlışlar yapıp habire tekrarlayan insana neden güven duyayım. İnsan, hata olduğu bilinen eylemi sürekli olarak yaparsa onun taşıdığı amaçtan şüphe ederim. Etmezsem de aklımdan... Hem "Ana dilimi neden bozuyorsun, bu çaba nedir?"diye sormazsam vatandaş olmayı içime sindiremem ki! Enkırmen deyip durmayın bunlara, olsa olsa hınkırmen olurlar, hınkırmen!

Sayın Hınkırmenler! 
Amacınız ne?.. 
Neden içinizdeki pisliği sürekli olarak dışarı püskürtüp çevreyi kirletiyorsunuz?
.
TORNA ATÖLYESİ
Yazıya başlarken, “Bugünkü konumuz bizim basın; hani şu anlı şanlı ‘yazar, çizer, söyler’ takımının gerile gerile boy gösterdiği torna atölyesi…” demiştim ya, neden torna atölyesi dediğim anlaşılmıştır umarım. 
Örnekler çok, yaz yaz bitmez. Bitirdiğini sanırsın, yenilerini türetirler.
Adamlar dilimizi aşındırmakla öyle meşgul ki!.. 



Hınkırmak: Sümkürmek
.
.
.
.
Günay Tulun

İSTANBUL'A AĞIT [İdil Tulun]


Sinedil'in sanatın ve sanatçının dergisi olduğunu ben de biliyorum ama bugünlük affınıza sığınarak, sanata başkentlik yapmış ve yapmakta olan bir kentin, içine düşürüldüğü acıklı hâli konuşalım istiyorum. 

İstanbul, güzel şehir …
İstanbul: Roma ve Osmanlı gibi dünya devletlerine yüz yıllarca başkent olmuş muhteşem kent…
İstanbul: 2010 yılının “Avrupa Kültür Başkenti”…
Binlerce yılın mirasını taşıyan, dev hazine: İstanbul…
İstanbul: Dünyanın en güzel onlarca deresinin aktığı su kenti… 
İstanbul: Belediyeciliği bilmeyen belediyecilerin perişan ettiği doğa harikası kent! 
İstanbul: Kötü ellerin mahvettiği, açgözlülük, hırs, rant kavgaları nedeniyle 21. yüzyılda sellerle boğuşan, her felakette mezraya dönen acınası şehir… 

Son birkaç günde Marmara’nın ve 2010’un Avrupa Kültür Başkenti İstanbul’un sele teslim oluşunu yaşadım, gördüm.
Televizyonlar da konunun üstünde…
İzledikçe insanoğlunun çok yönlü zayıflığını görüyorsunuz.
Sel, ihmal cinayetleri, el atıp kurtaracağı insanlar ölüme doğru kayarken talan peşindeki yağmacılar... 

İstanbul hasta… Hem de uzun yıllardır.
Doğasıyla toplu aklıyla insanıyla hasta İstanbul…
İstanbul’a, İstanbulluya acıyorum.
İkisi de tedavisi olmayan bir hastalığa tutulmuş yakınlarım sanki… Gözlerimin önünden, ellerimden kayıp giderken hiçbir şey yapamıyorum. İyileşmesi için dua ederken çaresizce izliyorum olanları. 

Kapkara bir duygu kaplıyor içimi. Sel suları etrafta akıp giderken, aktığı yerdeki her şeyi beraberinde yok ederek götürürken sadece bakakaldık halkça.
Eskilerin anlattığına göre, geçmişte bu boyutta felaketler yaşanmazmış İstanbul’da…
O zamanlar mahalleler mahalle, dereler de dereymiş.
Strabon’un haritalarında gördüm hepsini. İnceledim tek tek…
Ne yazık ki o dereleri çalmış birileri.
Bugün onların yerlerinde; evler, apartmanlar, siteler var. 

İstanbul: Kaçak yapıların, siyasi rantların, kişisel çıkarların yok etmeye kalktığı koca kent…
Ya bir mucize paklar seni ya da imdadına koşacak sevdalılar… 

Bugün; kültür, sanat, biraz da tarihten bir şeyler yazmaktı amacım. Kalem yazmadı kâğıda. Uzun süre bakıştık boş sayfalarla…
Gün, “İstanbul’a ağıt günü…”
Siz olsanız ne yazardınız ki?




.
.
İdil Tulun

SENFONİ ile İLAHİLER [Günay Tulun]

.
.
Saat 2.oo’ye yaklaşmakta, yeni güne gireli neredeyse iki saat olacak… Takvim eski günü devirmeden az önce, Adana Merkez Park’taki “basamaklı tiyatro”da nefis bir konsere tanık oldum. Yunus gibi Abdal gibi dehaları senfonik müzikle birleştiren nefis bir konsere. “Senfoni ile İlahiler”e… 

Adana, “Çukurova Devlet Senfoni Orkestrası”yla “Mersin Devlet Opera ve Balesi Korosu”nun birlikte sergiledikleri bu muhteşem olayda yalnız şef ve solistler değil, herkes ön plandaydı. Bunca çaba bunca prova bunca koşuşturmaca ve hazırlık... Harcanan emeğe değmiş doğrusu. Herkesin arka planda olmasına alıştığı orkestra ve koro da her türlü övgüyü hak etti. Tabii düzenlemeleri yapan da… 

Orkestrayı yöneten Emin Güven Yaşlıçam’dı. Çok içten ve çok coşkulu buldum şefi...
Düzenlemelerse yine onun gibi değerli bir şef olan, Oğuzhan Balcı'nın imzasını taşıyordu. 

Konserin solistleri Tenör Burak Kut, Soprano Feryal Türkoğlu ve Bas Hasan Alptekin’di. Senfoni orkestrasıyla koro eşliğinde, birkaç istisnayla hepimizin bildiği o ünlü ilahileri sergilediler. Kendimi güzelliklere öyle kaptırmışım ki oluşan hava yüzünden not almayı bile beceremedim. Bu yüzden, bir takım şeyler birbirine karışırsa affedin. 

İlahilerin hepsi güzeldi ama Burak Kut’un söylediği Pir Sultan Abdal’a ait “Güzel Aşık Cevrimizi Çekemezsin Demedim mi”yle Yunus’un “Sordum Sarı Çiçeğe”si; Feryal Türkoğlu’nun beni büyüleyip bıraktığı Yunus şiiri “Ben Yürürüm Yane Yane”; Hasan Alptekin’le başlayıp koro dahil tüm sanatçıların birlikte söylediği yine Yunus’a ait “Şol Cennet’in Irmakları” daha fazla işledi içime. Biraz bencilce oldu ama bu ilahiler hayatımın uzunca bir döneminde saklı. Unutmadan söyleyeyim: Semazenlerin ilahilere; özellikle de “Şol Cennetin Irmakları”na yaptığı eşlik, konserin sufiliğine Mevlevi renkler kattı. 

Bu konserde, ilk kez duyduğum bir ilahi beni aşık etti. Sultan Üçüncü M
urad Han'ın sözleri ve Ali Ufkî Bey'in bestesiydi o... Aşık etti ama bir yandan da ürpertti, hatta korkuttu. Güfteyle müzik birbirine çok uymuş. Bugüne dek nasıl duymamışım ya da duymuşsam nasıl fark edememişim hayret ettim. Adını dillerinden düşürmedikleri hâlde; Allah-kul tanımayan, bencil, yalancı, hain, açgözlü ve ahlakça düşkün günümüz çıkarcılarıyla onları sessiz bir sadakatla izleyenlere karşı, bir dönemin doruktaki yöneticisinden gelen keskin uyarıydı o... Murad Han'dan...
.
"UYAN EY GÖZLERİM, GAFLETTEN UYAN ; UYAN, UYKUSU ÇOK GÖZLERİM UYAN ;
..AZRAİL'İN KASTI CANADIR, İNAN ; UYAN EY GÖZLERİM, GAFLETTEN UYAN! ;
..UYAN UYKUSU ÇOK GÖZLERİM, UYAN!"
"BU DÜNYA FANİDİR, SAKIN ALDANMA ; MAĞRUR OLUB, TAC-ü TAHTA DAYANMA ;
..YEDİ İKLİM BENİM, DEYE GÜVENME ; UYAN EY GÖZLERİM, GAFLETTEN UYAN! ;
..UYAN UYKUSU ÇOK GÖZLERİM, UYAN!"
.
İlahinin iki beşliği böyle...
Belki biri okur da kendini kurtarır, ben de nedeni olurum dedim.
Deyince de yazmadan duramadım.

Konserde başka ilahiler de söylendi. Eserlerin listesini, yazının sonunda vermek istiyorum. Sahneye getiriliş sırasında yanılmam inşallah...
Son bir haber: Hayatımın ilahisi "Şol Cennet’in Irmakları”, yoğun alkışlar sonucu ikinci kez sergilendi. İkidir yazıyorsun, "Ne sergisi?” demeyin.
Ortada öyle güzel bir tablo vardı ki ifade edecek kelime ararken ancak onu buldum.
.
"SENFONİ ile İLAHİLER" KONSERİ
Yer: Adana Merkez Park Amfiteatrı
Sunucu: Ekrem Tamer
Senfonik Düzenlemeler: Şef Oğuzhan Balcı
Orkestra: Adana, Çukurova Devlet Senfoni Orkestrası
TSM Sazları: Ney Ali Tüfekçi, Ud Erdem Şentürk, Kanun Serkan Mesut Halili, Kemençe Sercan Halili
Koro: Mersin Opera ve Balesi Korosu
Solistler: Tenör Burak Kut, Soprano Feryal Türkoğlu, Bas Hasan Alptekin
Konser Yöneticisi: Şef Emin Güven Yaşlıçam
.
İCRA EDİLEN ESERLER ve ESERLERLE İLGİLİ KISA BİLGİLER
Sabah İlahisi:Orkestra ve Koro'dan-Sözsüz-Beste: Oğuzhan Balcı
Dinle Sözümü:Feryal Türkoğlu
Sordum Sarı Çiçeğe:Burak Kut-Söz:Yunus Emre-Beste:Tahir Karagöz
Salatı Ümmiye:Hasan Alptekin-Beste:Buhurizâde Mustafa Itrî Bey
Dağlar ile Taşlar İle:Feryal Türkoğlu-Söz:Yunus Emre-Beste:Kutbî Dede
Uyan Ey Gözlerim Gafletten Uyan:Burak Kut-Söz:Sultan III. Murad Han-Beste:Ali Ufkî Bey
Nice Bir Uyursun Uyanmaz mısın:Hasan Alptekin-Söz:Yunus Emre-Beste:Şikârızâde Ahmed Efendi
Ben Yürürüm Yane Yane:Feryal Türkoğlu-Söz:Yunus Emre-Beste:Dede Efendi
Güzel Âşık Cevrimizi Çekemezsin Demedim mi:Burak Kut-Söz:Pir Sultan Abdal-Beste: Hüseyin Sebilci
Şol Cennetin Irmakları Akar Allah Deyu:Hasan Alptekin+Burak Kut+Feryal Türkoğlu-Söz:Yunus Emre
.
Özel Not: Kaynaklarda bazı eserlerin bestekârı olarak değişik isimler verilmektedir. Bu nedenle bu tür çelişkili eserler hakkındaki bilgiler de eksik bırakılmıştır.
.
.
.
Günay Tulun